Bülbülü Öldürmek kitabının son satırlarında “”İnsanların çoğu iyidir, Scout,” der Atticus. “Yeter ki sen onları bir gün gör.””
Kitabı bitirdiğimde uzun uzun düşünmeme neden olmuştu bu sözler.
Yeter ki sen onları bir gün gör…
Yani görmek için bakarsak eğer, her şeyin içinde nice güzellikler buluruz, insanın bile! “Şu dünya için ne iyimser bir yaklaşım…” diye düşünüyor olabilirsiniz. Fakat aslında hepimiz masum geliyoruz dünyaya. Asıl mücadele büyürken başlıyor. Bir şeylerin farkına vardıkça, bilincimiz görünenden ötesini algılayınca artık, kim olduğumuzu belirleyecek seçimler yapmamız da kaçınılmaz oluyor. Gitgide koca bir çamur batağına dönüşen, vicdansızlığın kol gezdiği şu dünyada iyi bir insan olarak kalabilmek yegâne çabamız haline geliyor. Yahut geliyor mu? İşte asıl sorun bu.
En çok önem vermemiz gereken şeyi, iyi bir insan olmanın değerini daha yolun başında unutuveriyoruz. Yıllarca eğitim görüyoruz okul sıralarında ancak kaçımız bize manevi değerleri de aşılayan gerçek bir eğitmene sahip olacak kadar şanslıydı? Kaç çocuk ders notlarını değil de kişisel gelişimini gözeten bilinçli ebeveynlere sahipti?
Daha en başından “Nasıl iyi biri olunur?” diye bir başlık ekleseydik ya şu müfredata… En büyük erdemin temiz bir vicdan taşıyabilmek olduğunu anlatsaydık… Çünkü çocuklar masumdur, o masumiyeti yitirmemelerini sağlamak bizim boynumuzun borcu. Ve belki de dünyayı çamurdan arındırmanın en etkili yollarından biri budur.
İşte bu yüzden, onları sayısal niteliklerle kıyas ederek kıskançlığı öğreteceğimiz yerde, takdir etmenin nahifliğini aşılamalıydık henüz pırıl pırıl iken yürekleri. Farklı olandan nefret etmeyi biz yetişkinlerden gördü çocuklar, haliyle taklit ettiler. Halbuki her insan farklıdır, öyle olmalıdır; bizi özgün bireyler yapan şey farklılıklarımızdır. Belki de çoğumuz denedik farklılıklarımızı korumayı fakat nefretle karşılaşınca tekdüzeleşen toplumun kurbanı olduk ve sıramız gelince bu kez de biz nefret kustuk farklı olana. Fakat böyle olmamalıydı.
Bataklığa sürüklenen bir çoğunluğun dayatmaları iyi bir insan olmamıza engel teşkil etmemeliydi. Vicdanımızı dinlemeyi asla bırakmamalıydık. Zira yazının başında bahsettiğim kitapta Atticus çok önemli bir gerçeğe daha değiniyor: “Çoğunluğa bağlı olmayan tek şey insanın vicdanıdır,” diyor çocuklarına. Biz de unutmamalı ve öğretmeliydik bunu.
Lakin unuttuk, hatta karşılarında yalanlar söyledik ve dürüst olmalarını bekledik çocuklarımızdan. Dürüst olmanın gerekçesini düzgün anlatamadık. “Kimsenin doğruya olan inancını yıkmamak için dürüst olmalısın çünkü temiz bir vicdan bunun kefaretini ödeyemez,” demedik. Sadece korkutarak yalandan caydırmaya çalıştık. Hiçbir konuda onlara güvenmedik, buna rağmen güvenilir insanlar olmalarını umduk.
Keza hayattaki en mühim şeyin sevmek olduğunu da anlatamadık. Sevginin doğasında karşılık ve gerekçe olmadığını benimsetmeliyken biz ne yaptık? Kime bir iyiliğimiz dokunsa borçlu hissettirdik karşımızdakini. İlişkilerimizi güven ve sadakat üzerine değil de çıkarlarımız üzerine inşa ettik. Sevmek için hep sebeplere ihtiyaç duyduk. Bir insanı, olduğu kişi için sevemedik hiç, değiştirmeye çalıştık. Kimseyi olduğu gibi kabul etmedik. Böylelikle kendini yitirdi insan kabul görmek adına. Bunu yapamayan da yalnız kaldı. İnsan işte bu şekilde yalnızlaştı.
Hal böyleyken gidişatın vahametinin farkındaydık bir nebze. Ve bir şeylerin değişmesi için hep yeni nesillerden medet umduk, fakat onlara örnek olmayı unuttuk. “Dediğimi yap, yaptığımı yapma,” derken de bir çocuğun yalnızca çocuk olduğunu hatırlayamadık. Nitekim çocuk gördüğünü yapar, söyleneni değil. Ve işte bu yüzden bir çocuğa iyiyi ve kötüyü göstermek çok kolaydır. Keşke unutmasaydık bu gerçeği de çocuklarımıza ‘ne olursa olsun, bize ne yapılırsa yapılsın, asla bir başkasının acısına sebep olmamamız gerektiğini’ öğretseydik önce. En büyük mutluluğun bir başkasını mutlu etmekte saklı olduğunu anlatsaydık… Zira iyi biri olmanın temelinde bu yatar, tüm o değerlerin anlamı buraya uzanır. Bencillik bu noktada biter ve özverinin çağıdır artık.
Büyürken vicdanını kaybetmemesi gerektiği öğretildi ya o çocuğa, dokunduğu her şeye güzellik katar. O çocuk umursar. İnsanlara, hayvanlara, tüm canlılara değer verir. Bir kedinin başını okşayarak, bir çiçeği solmaktan kurtararak mutlu olmayı öğrenmiştir. Hatta meyvesini yemeyeceğini bilse de onlarca fidan diker. İnsanların suretine bakıp yaşamı sorgular, anlam arar ve tam da bu yüzden anlam katar hayata. Bilir ki kâinat kendisinin emrine amade değil. Bilakis, o kâinata borçludur ve tüm bu borcu fazlasıyla ödeyerek geçer bu dünyadan.
Ne ütopik bir insan figürü ama! Sahi, neydi ütopya?
Var olmayan ideal toplum… İmkânsızlık derecesinde mükemmel bir düzene sahip olan dünya.
O zaman kendimize şunları soralım:
Kendi küçük ütopyamızı yaratamaz mıyız? En azından iç dünyamızı ütopyalaştıramaz mıyız?
İyi bir insan olmak için çok mu geç?
Yahut çocuklarımıza iyi bir insan olmayı öğretmek için geç mi kaldık?
Şu kısacık ömürde yalnızca tek bir şey için asla geç olmadığına inanıyorum: Değişmek. Ve değişmeyi mümkün kılan en önemli faktör de istemektir. Çünkü istemek aynı zamanda ataleti yenmektir, harekete geçmektir. Biliniz ki o ütopik insan figürünü gerçekleştirme kapasitesi içimizde saklı. Çünkü doğası gereği her şey varlığını en iyi seviyeye taşımaya eğilimlidir, var oluşun amacı budur. Kısacık ömrümüzü anlamlı kılmak için bundan daha fevkalade bir amaç olabilir mi? Üstelik geriye ne kadar vaktimizin kaldığını asla bilemezken…
İnanın, isteyin ve harekete geçin. Tek bir değişim onlarcasını tetikler.
Eline diline yüreğine sağlık. Şu zor günlerde hala içimizde bir umut oluşmasını sağladığın için teşekkürler. Yakın zamanda bitirdiğim kitapla ilgili düşüncelerimiz çok yakın benim yerime dile getirdiğin için teşekkürler. Umarım çocuklarla beraber Ad astra per aspera denilen şeyi başarırız.
başarılı bir çalışma olmuş tebrik ederim